30.09.2010 16:00

Eski Star yazarı artık Gazeteport’ta

Haber sitesi Gazeteport, yazar kadrosuna yeni bir isim daha kattı. İşte detaylar…
Eski Star gazetesi yazarı ve televizyoncusu Cevher Kantarcı, Gazeteport’un yazar kadrosuna dahil oldu. İşte bugün itibariyle yazmaya başlayan Kantarcı’nın, okuyucularına merhaba dediği ilk yazısı:
 
Merhaba Gazeteport okurları..
 
Ben Cevher Kantarcı..
 
Ahmet Cevher Kantarcı..
 
Eğer bir problem olmazsa, bundan böyle Gazeteport’ta beni de okuyacaksınız..
 
Bir kısmınız beni bir zamanların Star Gazetesi ve televizyonundan hatırlıyor olabilir..
 
Hatırlayanlar, o zamanki oldukça sert yazılarımı ve televizyondaki kodu mu oturtan söylemlerimi bilirler..
 
Burada da aynısını mı yapacağım?
 
Yoooo..
 
Artık ne kimseyle kavga etmeye niyetim var, ne de sert siyaset yapmaya..
 
Taş fırın yazarlığını bıraktım, light yazar olmaya karar verdim..
 
Zaten durum da onu gerektiriyor..
 
Gerilmeden, rahat rahat okuyacağınız hayata dair yazılar..
 
Ben “bitaraf” olmayıp da “taraf” olduğum için “bertaraf” edildiğimde 12 yaşında olan çocuklar, bugün 18-19 yaşlarına geldiler..
 
Bu girişi onlar için yaptım..
 
Gelelim beni o zamandan tanıyan okur ve seyirciler için yazacaklarıma..
 
Yaklaşık on yıldan beri hayatım, Çaykovski’nin 1812 Uvertürü’nün konusundan farksız geçti..
 
Bilindiği gibi, Napolyon’un ordularıyla, Rus kuvvetlerinin Moskova önlerindeki Borodino meydan savaşını anlatan eserde; tarafların birbirlerine olan hücumları, savaşın arada sırada yavaşlaması, finalde Fransızlar’ın bozguna uğraması, zaferin kiliselerde çan sesleriyle kutlanması, orkestranın tüm aletlerinin, usta besteci tarafından ustaca görevlendirilmesiyle anlatılır..
 
Eseri gözlerinizi kapatıp dinlediğinizde, askerlerin birbirlerine girmelerini, at koşumlarının çıkardığı sesleri, savaşa ara verildiğinde ortaya çıkan dinginliği, yerde yatan cesetleri, büyük hücumdaki top gümbürdemelerini, hissetmemek mümkün değildir..
 
On yıl önce, Uzanlar’ın Star’ında yazmaya başladığımda, aynen 1812 Uvertürü’nün başında olduğu gibi, rahat bir ortam hakimdi..
 
Ancak bir süre sonra, yaklaşan medya savaşlarını haber veren sesler çıkarmaya başladı orkestra..
 
Ve medya grupları birbirine girdi..
 
Bir süre sonra olay, hem medya kavgası hem de siyasi kapışmaya dönüştü..
 
Bendeniz de bu savaşların en başta gelen “silahşörlerinden” biri olarak, “bize kızan tarafların” hafızalarına kazındım!
 
Eğer 1000 yazı yazdıysam, bunun ancak 100’ü bu kavgalarla ilgiliydi, geri kalan 900’ü, çevre problemlerinden, antiemperyalist görüşlere, yaşanan duygusallıklardan, toplumun çeşitli kesimlerinin sıkıntılarına aitti ama o dönemden benimle ilgili olarak bir kısım meslektaşlarımın aklında hep, Cem Uzan’la birlikte girdiğimiz savaşın silah sesleri kaldı..
 
Hamdolsun ki, sokaktaki vatandaş, genellikle geri kalan 900 yazıyı hatırladı.. Sokakta çevirdiği zaman o yazıları konuştu benimle..
 
Netice?
 
2004 belediye seçimleri günlerinde, TMSF bizim gazetelere ve televizyonlara el koydu.. Kısa bir süre sonra da, bendeniz sokağa kondum..
 
Artık savaş bitmiş, toplar susmuş, cesetler gömülmüş, askerler evlerine dönmüştü..
 
Yıllar sonra, bizim komutan da, malum olduğu gibi, Napolyon’un memleketi Fransa’ya sürgüne tüymeyi yeğledi..
 
Yalnız Fransızlar’ın Napolyon’u gibi Elbe Adası’na değil, Cannes’a!
 
İşsizlikle beraber, hayatımda müthiş sessizlik başladı..
 
Bu defa da, beni dokuz aylık değil, altı yıllık bir işsizlik süreci bekliyordu..
 
“Bitaraf” değil, “Taraf” olmuşken, “Bertaraf” edilmiştim!
 
Peki, nasıl geçti bu “Taraf” olduğu için “Bertaraf” edilmiş adamın altı yılı?
 
Çocukları ve gerçek dostları hep yanımda hissederek, bir kısım maddi sıkıntılarla, bir kulak ameliyatıyla, tiroit kanseriyle ve de elbette ameliyatıyla, böbrek üstü bezinden tümör alınmasıyla, bir de safra operasyonuyla falan..
 
Elbette özel zevkler, genellikle askıya alındı..
 
Benim özel zevkim ne ola ki? Alkol hayatımdan neredeyse tamamen çıkmıştı zaten.. Konsere gitmek, kitap ve CD almak gibi eğlencelerim vardı..
 
Onlardan hayli uzaklaştım..
 
Ama dostlarım bu konuda hayli destek gösterdiler..
 
Ben de olabildiğince onlara yük olmamaya çalıştım..
 
Sakin bir yaşam sürdüm..
 
Bu yaşam da bana manevi gelişimimde, çok güzel kapılar açtı..
 
Huzurun gerçek kaynağına yol almaya başladım..
 
Konuyla pek ilgisi yok gibi ama o günlerin beni çok güldüren bir anısını anlatmadan geçemeyeceğim..
 
Cemal Reşit Rey’de, Neyzen Süleyman Erguner ile caz trompetçisi Wadada Leo Smith’in konseri vardı..
 
Ama tiroit kanseri nedeniyle, bana radyasyon yüklemesi yapılmıştı ve 15 gün hiç kimsenin olmadığı bir evde yaşamam gerekiyordu..
 
Zira insanlarla temas etmem halinde, bendeki radyasyonu onlara geçirebilirdim..
 
Çok sevgili arkadaşım Ayşe Kocaer Bertuccioli’nin kendisi İtalya’da yaşadığı için, bana tahsis ettiği küçücük evindeki bu hapislik hayatımın sonuna doğru, konserden haberim oldu..
 
Ney dinlemeyi çok severim.. Trompet bir zamanlar okul bandosunda çaldığım ve beni çok duygulandıran bir alet!
 
İkisi nasıl uyum sağlayacak diye meraktan çatlarken, gerçekten adam gibi adam olan doktorum Doç. Dr. Onur Demirkol’u aradım..
 
“Artık sendeki radyasyon azalmıştır.. Önünde ve arkanda beş sıra boş olursa, gidebilirsin” dedi..
 
Kimseye radyasyon bulaştırmadan Cemal Reşit Rey’e girmek için dışarıda hayli bekledim..
 
Tam kuyruk azalıp da içeri gireceğim sırada, ne göreyim?
 
İncecik sesiyle Perihan Mağden kardeşimiz, güvenlikten geçiyor..
 
Perihan Mağden benden nefret eder ve işe bakın ki, 13 günlük ev hapsinden sonra ilk karşılaştığım insan Perihan Mağden!
 
İnsana hasret kalmışım ve benim kimseden nefret ettiğim falan da yok!
 
Kader ve kazaya iman etmiş bir kişi olarak, Levh-i Mahfuz’da benim için yazılanın, Perihan kazası olarak karşıma çıkmasına hiç şaşırmadım, hatta sevindim..
 
“Perihan Merihan! Gidip şuna arkadan bir sarılayım! Bakalım suratı ne hal alacak? Hem ben bir insana sarılmanın hasretini gideririm, hem de Perihan’ı deli ederim” diye düşündüm..
 
Ama kimseye sarılmak değil, yaklaşmak bile yasak!
 
Perihan, radyasyon kapmaktan ve Çernobilzede değil de Cevherzede olmaktan, vicdanım sayesinde kurtulmuş oldu!
 
Dediğim gibi gerçek dostlar altı yıllık sürgün yaşamımda beni hiç yalnız bırakmadılar! Bırakanlar da, üçü hariç, hiiiiç şaşırtmadılar..
 
Ama ne yalan söyleyeyim, hamdolsun çok güzel günlerim de oldu..
 
Hatta iki defa yurt dışına bile götürüldüm.. Bunlardan biri Almanya seyahati, diğeri de dedelerimin memleketi Midilli Adası!
 
Almanya’dan kötü döndüm fakat Midilli, tam bir moraldi..
 
Bu altı yıl içinde, en çok yaptığım işlerden biri yatağa uzanıp tavan seyretmekti..
 
Daha önceki işsizliklerimde de, bu tavan seyretme meşguliyetine bayılırdım..
 
Hele tavan beyazsa!
 
Tam sinema perdesi!
 
Kafandan yaz yaz, tavandaki perdede seyret!
 
Bu altı yıl içinde hep Kur’an’daki “İnşirah” suresi ile teselli buldum..
 
“Elbette her güçlükle birlikte bir kolaylık vardır.. Şüphesiz her güçlükle bir kolaylık! Öyleyse sıkıntıdan kurtulduğunda sağlam dur.. Ve yalnız Rabbine sevgi ile yönel!” (İnşirah Suresi.. 5, 6, 7 ve 8’inci ayetler)
 
Artık hayatımda kavga gürültü yok..
 
Haaaa.. Bu arada 10 yıllık 1812 Uvertürü’nü çağrıştıran savaş sonunda, tavanları seyrederken pişmanlık duyduğum yazılar var mı?
 
Yaş sırasıyla yazıyorum..
 
Aydın Doğan, Ertuğrul Özkök, Ersin Özince ve Fatih Altaylı ile ilgili yazdığım birkaç yazıdan dolayı, ciddi ama çok ciddi üzüntülerim var..
 
Kendileriyle karşılaşmam imkansız gibi.. Karşılaşsam haklarını helal etmelerini isterim..
 
Şimdi buradan herkesin önünde samimiyetle o çağrıyı yapıyorum..
 
Etmezlerse, ne diyebilirim ki?
 
Öte alemde belki ederler..
 
Evet başlıyoruz..
 
Hadi Bismillah!
 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamıştır.